Filmler ne kadardır varsa ‘film’ yapan ya da sürecin bir parçasında bulunan kadınlar da o kadar süredir var.
Bu yıl Oscar’ların 92 yıllık tarihinde 87. kez, hiçbir kadın yönetmen ‘En İyi Yönetmen’ kategorisinde aday olarak yer alamadı – bu durum kadınların yönettiği filmlerin derinliğini, sayısını ve etki alanını düşündüğünüzde daha da berbat bir gerçek haline geliyor.
Geri planda bırakılan ve harika işler ortaya koymalarına rağmen işleri değersizleştirilen kadınları tanımak ister misiniz?
Bu küçük listeye sığdırılamayacak kadar çok muhteşem film olsa da, işte karşınızda 8 Mart haftasına özel 8 harika film!
Cléo from 5 to 7 (Agnes Varda, 1962)
Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Agnes Varda’nın başyapıtı. 60’lı yıllarla birlikte yalnızca Fransa değil tüm dünyaya etki eden ve kılavuz olan Yeni Dalga sinemasının sembol filmlerinden. Ünlü bir şarkıcı, istediği her şeye sahip olan Cleo’nun ölümcül bir hastalık şüphesiyle doktora gitmeden önceki iki saatini anlatan film gerçek zamanlı yapısıyla da zamanı için eşsiz bir yerde. Güzellik, ün, ilgiye fazlasıyla sahip olan Cleo için ölüm korkusu elindekileri bir anda değersizleştirir. İki saat sonra doktordan öleceği haberini alacağını düşünen ve buna ikna olan Cleo, ölmeden önce neler yapmak istediğini belirlemeye çalışıyor ve kim olduğunun peşine düşüyor.
Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (Chantal Akerman, 1975)
Belçikalı yönetmen Chantal Akerman’ın sembol filmi. Bir kadının üç koca gününe baştan sona ortak oluyoruz ancak lafta kalmayan tam anlamıyla bir ortaklık bu. Uyanma, ev işleri, bulaşık vb. gibi rutin işlerin getirdiği monotonlukta karakterin yalnızlığı, varoluş sancıları ve çaresizliği ekrandan taşıyor adeta. Film seyirciye izlenebilirlik değil bu sıkışmışlığı vaat ediyor. Tüm bunlar final sekansıyla anlamlanıyor.
Daisies (Věra Chytilová, 1966)
60’lı yıllarda etkisini gösteren Çek Yeni Dalga Sineması’nın en önemli filmlerinden Daisies, yönetmen Vera Chytilová’nın senaryoyu ve olay örgüsünü ikinci plana atıp başrolündeki iki kadının dünyaya başkaldırmasını anlatıyor. Tüketim toplumu ve kadına biçilen role dair çok sert eleştiriler getiren film feminist sinemanın da öncü filmlerinden!
Lady Bird (Greta Gerwig, 2017)
Greta Gerwig’in yönettiği ve Saoirse Ronan’ın başrolünde yer aldığı Lady Bird, genellikle erkek çocukları üzerine çekilen büyüme öykülerine alıştığımız Hollywood sinemasında büyük bir boşluğu doldurdu. Liseye giden ve kendine Lady Bird denilmesini isteyen Christine’in ilk aşkları, cinsel hayatı, arkadaş ilişkileri, ailesiyle sürtüşmesi ve en önemlisi… Gelecek kaygıları üzerine oldukça şeffaf, her genç kızın kendinden bir şeyler bulabileceği bir film!
Portrait of a Lady on Fire (Céline Sciamma, 2019)
Yakın süre önce sinemalarımıza uğrayan Alev Almış Genç Bir Kızın Portresi, 18. Yüzyılın sonlarında geçen bir yasak aşk öyküsü. Sinematografisinden müziklerine her şeyiyle büyüleyici bir film. Adıyla paralel olarak resim sanatına dair pek çok referans veren ve bu sanattan beslenen film, evlenmek üzere olan ve kimseyle iletişime geçmeyen bir kadınla onun portresini yapmak için tutulan ressam arasındaki tutku ve esas gerginliği hepimize yaşatıyor. İkilinin yanı sıra evin hizmetçisinin de bu ilişkiye (bir nevi bizim konumumuzdaki kişi) tanıklık etmesiyle film koca bir evde üç kadının yaşadıkları etrafında dönmeye başlıyor.
Suffragette (Sarah Gavron, 2015)
Süfrajet; 20. yüzyılın başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de pasif direniş, açlık grevi yapma gibi yollarla kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan kadın hakları savunucularına deniyor. Suffragette filmi, odağına bu hareketin sembol isimleri ve öncülerinden çok sonradan bu direnişe ortak olan, bu harekete katılmak için hayatlarından büyük ödünler veren kadınları alıyor. Açılış sahnesinde “Kadın yarım akıllıdır ve karar verme yetisine sahip değildir” yazan film kadınların toplumda elde ettikleri hakları kazanmak için ne büyük mücadeleler verdiklerini gözler önüne seriyor.
Persepolis (Marjane Satrapi, 2007)
9 yaşındaki Marjane’in İran İslam Devrimi sonrası değişen ve Fransa’ya sürüklenen yaşamının anlatan Persepolis, İran’daki sosyo-politik olayların bir genç kızın tüm yaşamını nasıl alt üst ettiğini anlatıyor. Otobiyografik bir senaryo olmasıyla daha da değerli hale gelen Persepolis, yalnızca Marjane’ye değil İran’da 3-5 kişinin kararıyla dinledikleri müziği bile dinleyemez hale gelmiş kadınların öyküsü.
Meshes of the Afternoon (Maya Deren, 1943)
Amerikan avant-garde sinemasının anası olarak gösterilen Maya Deren’in senaryosunu yazdığı, başrolünde yer aldığı ve kocasıyla birlikte çektiği kısa filmi başta David Lynch olmak üzere sürrealizmle haşır neşir olan pek çok yönetmenin esin kaynaklarından. Giriş – gelişme – sonuç gibi bir yapı edinmeyi dert etmeyen Deren, düş/gerçek arası gidip gelen ve düşün gerçeğe yansımasının görüntüsünü kamerasına aktarmaya çalışıyor.